Uygur ilinde Hulin adında bir dağ vardı. Bu dağdan Tuğla ve Selenge adında iki ırmak çıkardı. Bir gece bu iki ırmak arasındaki bir ağacın üzerine gökten mavi bir ışık indi. İki ırmak arasında yaşayan halk bunu dikkatle takip etti. Mukaddes ışık, ağacın gövdesinde aylarca durdu. Geceleri, otuz adım çevresinde bir ışık görünüyordu. Bir gün, ağacın gövdesi yarılarak içinden beş çocuk çıktı. Bu çocuklar beş ayrı odacıkta idiler.
Ağızları üstünde asılı birer emzikten süt emiyorlardı. Halk ve yöneticiler onlara büyük saygı gösterdiler. Bu çocukların en büyüğünün adı Sungur Tigin, ikincisinin adı Kutup Tigin, üçüncüsünün adı Tükel Tigin, dördüncüsü Ur Tigin, beşincisinin adı Buyu Tigin’di.
Bunların, Allah tarafından gönderildiğine inanan Uygurlar, içlerinden birini hakan yapmayı düşündüler.
Buyu Tigin, güzellik, zekâ ve yetenekçe öteki kardeşlerinden üstün olduğundan, onu oy birliğiyle hakan seçtiler. Büyük bir şölen yaparak tahta oturttular. Aradan uzun zaman geçti.
Bir gün Uygur tahtına yeni bir hükümdar oturdu. Bu hakan, Çinlilerle yapılan savaşlara bir son vermek için oğluna, bir Çin prensesi almayı düşündü.
Bu prenses, sarayını Hatun Dağı’nda kurdu. O çevrede Tanrı Dağı adında başka bir dağ ve onun batısında da Kutlu Dağ denilen büyük bir kaya vardı.
Çin elçileri, bakıcılarla birlikte geldiler. Onlar kendi aralarında dediler ki: “Hatun Dağı’nın saadeti bu kayaya bağlıdır. Bu devleti zayıflatmak için onu yok etmeli.”
Bunun üzerine Çinliler, prenseslerine karşılık, bu kayanın kendilerine verilmesini istediler. Yeni hakan, yurt içindeki bu taş parçasını Çinlilere kıskanmaksızın verdi.
Hâlbuki bu mukaddes bir taştı. Uygur ülkesinin saadeti, bu tılsımlı taşın, Türk bütünlüğünün ve yurtseverliğinin sembolü olan kayanın yurtta kalmasına bağlı idi. O giderse, saadet de giderdi. Fakat bu, kolay götürülecek bir kaya değildi. Çok büyüktü. Onun için Çinliler kayanın etrafına odun yığıp ateş yaktılar. Taşı iyice kızdırdıktan sonra üzerine keskin sirke dökerek parçaladılar. Parçaları arabaya yükleyip birer birer Çin’e götürdüler. Bu, büyük bir olay oldu: Vatandaki bütün kuşlar, hayvanlar, kendi dilleriyle bu kayanın gidişine ağladılar. Yedi gün sonra da hakan öldü. Memleket felaketten kurtulamadı. Halk, rahat yüzü görmedi. Irmaklar kurudu. Göllerin suyu tükendi. Toprak çatladı, yiyecek vermez oldu.
Nihayet Buyu Han’ın çocuklarından bir başkası yurda hakan seçildi. Onun zamanında memleketteki evcil, yabanî bütün hayvanların, bütün kuşların, bütün çocukların, hatta bütün cansızların “Göç!... Göç!... Göç!...” diye derin üzüntüyle bağırdıkları duyuldu. Uygurlar bu manevî işarete uyarak toplandılar. Yurtlarını bırakıp göçmeye başladılar. Nerede durmak istedilerse bu sesleri duydular. Nihayet, Beş Balık’ın bulunduğu yere geldiler. Orada sesler kesildi.
Uygurlar da burada durup beş mahalle (beş şehir) yaptılar. Adını Beş Balık koydular, burada yaşayıp çoğaldılar.
Nihat Sami BANARLI
Resimli Türk Edebiyatı Tarihi
Create your
podcast in
minutes
It is Free